Efendim benden yazılı bir açıklama talep etmişsiniz. Dilimi ağzımın içinde güçlükle döndürerek muhtelif dişlerimin eski yerlerinde olmadığını, bu sırada zannımca çenemin de yerinden oynamış bulunduğunu farkettiğimden, ne için sözlü ifademe başvurmadığınızı anlamak zor olmadı. Tarafımdan şikayetçi olunduğunu da arada bir serumumu yenilemeye gelen, sağolsun tatlılığı ile tüm çocukluğum boyunca öcü gibi korktuğum Ülfet Halam’ı aratmayan hemşireden öğrenmiş bulunuyorum. İnanır mısınız, kendimi bildim bileli hikaye yazabilmeyi hayal ettim. En hayal etmediğim şu gün buna mecbur kalışım da kaderin bir cilvesi olsa gerek. Fakat burada meseleyi uzun uzun açıklama girişimimin, benim kalemimden çıkmış yazılı bir metni okumaya heves eden ilk insan evladı oluşunuz ile zerrece alakası olmadığına sizi temin ederim. Benim gibi kerameti insancıllığından menkul bir genç kadının nasıl olup da sandalyenin kolçağını tek hamlede kırarak ünlü oyuncumuza saldırdığını, kadersiz zat-ı alimi bu gözü dönmüşlük anına adım adım taşıyan o taşların teker teker nasıl döşendiğini anlatmaz isem yargıyı da yanlış yönlendirmiş olurum. O yüzden izin verin, en başından başlayayım.
Kendimi bildim bileli çok afilli şeyler yazmak istedim. Hikayelerimin girizgahını büyük cümlelerle – ama öyle satırlarca sonu gelmeyen, şatafatlı, görkemli gibi değil de hani mesela 4-5 kelimeyle hayatın ta çekirdeğine denk gelen, okuyucunun yüzüne tokat gibi inen, üzerinde uzun uzun düşündüren ya da hiç değilse eline bir kalem alıp altını çiziktirme ihtiyacı duyuran türden cümlelerle yapabilmeyi istedim. Kısacık ama sese büründükçe büyüyen, okuyucunun yüzüne “Ey Kari , sen bugüne kadar hayatın bu derinliğine ayamadın ama benim naciz deham sayesinde gaflet uykundan uyandın, hadi yine iyisin” diye bağıran naïf görünümlü snob cümlelerle. Ama yok. Öyle bir yeteneğim yok. Bazen olmayınca da olmaz. Böyle durumlarda tevekkül yoluna gidecek kadar vakar sahibi olmak gerektiğini yaşadıkça öğrendim. Yazabilecek entelektüel donanımım olmadığı gibi, bu alanda beslenip serpilebileceğim bir çevremin de olmadığını anlamak için etrafıma kısacık bakınmanız yeterli olacaktır.
Geçenlerde gözde tiyatro gruplarından birinin büyük bir cesaretle dilimize uyarladığı sarsıcı bir oyuna gittim. Türk Entelijansiyası oyuna sökun etmişti. Herkes birbiriyle öpüşüp koklaşıyor, son katıldıkları “event”leri hararetle yarıştırıyordu. Bense beni davet eden arkadaşım tuvalete gittiği için, oracıkta bir soğan cücüğü gibi, ait olamayaşımın kesif kokusunu ortalığa saldığımdan olsa gerek, tek başıma dikiliyordum. Evet, beni oyuna davet eden akademisyen arkadaşım bile bir kaç kişiyle selamlaşmıştı ama benim Türk Entelijansiyasından tek bir tanışım çıkmamıştı. Üstelik 4 senedir hepinizin tanıdığı, hakkımda şikayetçi olunan münferit olayda da adı geçen şu ana dal filmlerin büyük yönetmeninin asistanlığını yapıyor olmama, yani kıçından da olsa sektörün bir yerine ilişmiş olmama rağmen.
Hatta o sıralar Merter Hali’ne gitsem en az 10 kabzımalla paça kasnak girişecek samimiyete sahiptim. Yine sevgili yönetmenim sağ olsun. Yeni filmindeki ana karakterin hal’de çalışan, tek başına yaşayan, 35 yaşlarında bir “kaybeden” olmasına karar vermişti. Yıllardır gişede büyük başarılar elde etmiş olmasına rağmen herhangi bir festivalin yarışma kategorisinde kırmızı halı deneyimi olmayışı festival tayfasının kendinden yüz çevirişi, dışardan asla kabul etmese de içten içe onu çürük bir ağaç kovuğu gibi oyuyordu. Olur da bir En İyi Film ya da En İyi Yönetmen ödülü kapamadan Yaşam Boyu Onur Ödülü’nü eline tutuşturuverirlerse diye korkusundan nereye saldıracağını bilemiyordu. O da çareyi küçük insanın sıradan dünyasını anlatmakta bulmuştu. Hınçlıydı. Bütün festival komitelerine kapak olacak bir hikayeyle gücünü gösterecekti. Ama işte, sette sahne aralarında karavanında dinlenmeye çekilip, sair zamanlarda da yalısından şirketine tekneyle geçtiğinden, etrafındaki en küçük insan şirketin müdürü olunca, çok ses getirecek yeni filmi için biraz dışarı bakınıp küçük insanlar bulması gerekmişti. Bu iş onun için hayli zordu. Küçük insanlar yolda görünce üstüne atlıyor, ne bileyim fotoğraf filan çektirmek istiyor, son filmiyle ilgili beğenilerini sunuyor, kendisini boğuyordu. Onlarla yakınlık kurmak değil , onlara hayatı öğretmek amacındaydı. Bu ulvi görevi alelade herkesle diyaloga girerek yerine getirmesi beklenemezdi.
"Kabzımal" kelimesi fonetiği gereği kendisine hep bayağı gelmiş, yıllar içinde usta yönetmen hiç tanışmadığı bu insanların alt sınıfın da en alt tabakasına ait varlıklar olduğuna kanaat getirmişti. O zaman ele alacağı sıradan insan bir kabzımal olsundu. Ama bir kabzımalda anlatılası ilginçlikte ne olabilirdi? Bunu anlamak için tek tek kabzımal insanlarla konuşup içlerinden ilgincini ayıklaması gerekecekti ki bu, onun için, samanlıkta iğne aramaktan farksızdı. Eğer samanlıkta iğnesi kaybolacak olursa, ortağı olduğu yapım şirketinin 20 çalışanı ve elbet paryadan bozma asistanı ben, o samanlığı tavuk gibi didik didik deşelemek suretiyle kendisine iğnesini teslim ederdik. Eğilip bakacak hali yoktu ya. Kabzımallarla görüşmek ve onların festivalde ödül alma ihtimali olan boğuculuktaki hikayelerini ayıklamak görevi bana düşmüştü.
Yüzyılın en uzun ifade metnini yazdığımın farkındayım. Üstelik bu metni mesleki bir angarya olarak talep eden siz sayın savcıma kendimi de tanıtmadım. Adım Sevgi. Adımdan da anlaşılacağı üzere hayli vasat bir hayatım oldu. Ne bir Gözde kadar iddialı, ne bir Derin kadar seksi , ne de Ilgın kadar şairane ve gizemli olmayı becerdim. Doğup büyüdüğüm –sizin tabirinizle- alt orta sınıfa mensup çevrede de benden fazlası umulmuyordu esasen. Malumunuz, oralarda doğan çocuklar, gözlerini dünyaya analarının su katılmamış beklentisizliğiyle açar. Benim de bir vakit sokakta oynadığım arkadaşlarımın çoğu ortadan, azıcık eli kalem tutanlar liseden terk ederek hayata karışmıştı. Erkekler türlü dükkanlara , tamirhanelere , atölyelere çırak verilir; kızlar da bir vakit sokakta ebelemece oynadıkları, şimdinin hizmet neferleri olan bu çocukların evlenecek yaşa gelmesini beklerdi. Düğün parası biriktiremeyen bu çocuklar ekseriyetle kızlarla anlaşıp kaçarak evlenir, peşisıra mahallede iki aile arasında bir cümbüş patlardı.
Bense tüm olup bitenleri evimizin penceresinden izler, bu bir anda alev alıveren şiddetin fitilini ateşleyen sebebibin aslında konuşularak hallolabilme ihtimalini ve bu fazlaca iyimser ihtimalin şehrin bu ücra sokağına mesafesini hesap etmeye çalışırdım. Sonra an itibariyle Doğan SLX’inden kaptığı levyeyle Hilmi Amca’nın amigdalasına şık bir çıkarma yapan Levent Abi’yi evinde Steponçikovo Köyü ve Sakinleri’ni okurken, oğlu düğün yapamadığı için levyeli oklavalı mahalle kavgasına karışan Hilmi Amca’yı da Figaro’nun Düğünü’nde hayal ederdim. Acaba o zaman bu ‘Kondu’dan Kız Kaçırma’ hadisesi başka türlü çözülür müydü?
Efendim bu romantik hayalime bıyık altından güldüğünüzü tahmin edebiliyorum. Zira genel beklenti , merkezden epey uzaktaki bu şirin semtimizde sanatın her türlüsünün Ebi Ten Suşi muamelesi görmesidir; tanımsız , ulaşılması zor , özenti. Temel insani ihtiyaçları karşılayabildiğimiz beher gün için kendimizi bir magazin programı izleyerek ödüllendirdiğimiz muhitimiz maceraperest seyahatseverler için renkli bir gözlem alanı da oluşturur aynı zamanda. Saç jölesini kardeşinin sömürdüğünü farkeden Gökhan’ın söz konusu kardeşi Metehan’ı tartışmaları sırasında üçüncü katın penceresinden itivermesi, bacağı kırılan Metehan’ın ambulans sokağımızı bulup bir türlü gelemediği için Layloncu Cemşit Abi’nin triportörüyle hastaneye yetiştirilmesi, triportörle hasta taşınmasını eğlenceli bulan 6 yaşındaki Mahmut’un aracın peşinden koşarken tökezleyip düşmesi üzerine arkasından yetişen 23 yaşındaki annesi Gülnaz tarafından ‘madem koşuyosun, neden düşüyosun’ gerekçesiyle terlikle hırpalanması gibi olaylar bizde gündelik kabul edilir. Bu türden hadiseler cereyan ederken kapı önünde ayak üstü sohbet ettiğiniz birine Anna Karenina falan deseniz anasına sövüldüğü zannıyla oracıkta bıngıldağınızı patlatmasının an meselesi olduğu renkli ekosistemiz içinde nadiren de olsa benim gibi okuma – yazma hevesiyle dolu, sadece bu sebeple de genetiği değiştirilmiş organizma muamelesi gören insancıklar da yetişir.
İçinde bulunduğum hal ve şeraitin gayetle farkında olmama rağmen nedense , hayatımın özellikle şuursuz o ilk yıllarında çok büyük şeyler başaracağıma dair saf bir iman besledim. Büyük insan olacaktım; henüz ne olduklarını bilemesem de ille muhteşem yeteneklerim vardı, kitleleri peşimden koşturabilir yine de tevazumla gönüllerde taht kurabilirdim. Sonra semtimize gelir, burada bir aydınlanma hareketine öncülük ederdim. Okuma şenlikleri başlatır, muhitimizin fahri kültür ateşesi olur, sinematekleri yeniden canlandırırdım. Farklı bir perspektif sunardım Savcı Bey; bu da tartışmaları levye – terlik – oklava üçgeninden daha başka, daha zenginleştirici bir zemine taşırdı. Olmadı. Orta karar puanlarla ikinci öğretim işletmeyi kazandım. Hüsranla sonuçlanan bir kaç ofis çalışanlığı denemesi sonunda nihayet büyük yazar olabileceğimi keşfettim. Kanaatimce eli biraz kalem tutup da eser miktarda boşta kalan herkesin büyük yazar olabileceğine ikna olduğu bir aralık vardır. Gelgelelim yazılarım hiçbir dergiye ya da internet sayfasına kabul edilmedi. Blogum 28 kişi toplayabildi , 15'i yakın çevreden kız arkadaşlarım , 13'ü de onların ilgi alanıyla ilgileniyormuş gibi görünmek isteyen az sevişmiş çocuklardı.
Lafı uzatmayayım, bir kaç tesadüf silsilesi sonucu, büyük yönetmenin asistanlığı işine kapak attım. Şansımın döndüğüne inandığım gün o gün oldu. Yıllardır hayalini kurduğum entelektüel çevrenin kapısını nihayet 25 yaşımda aralamıştım. Okumak , öğrenmek, tartışmak, hayatın olanca zenginliğini en küçük detayında dahi yakalamayı ihmal etmeden, ruhumu besleyerek , katılmasa da herkesin birbirinin fikrine saygı duyduğu bir kültürel zenginlik denizine dalmak hayaliyle işe atladım. Fakat benim işimi yapan son çocuğun da yüksek doz Zanax'a rağmen düz bir çizgide koşmayı başararak şirketten kaçtığını öğrenmem uzun sürmedi.
Beni ilk görüşmeye alan yönetici; iki sekreter, bir asistan ve bir o kadar koridor aştıktan sonra yanına varılabilen, nihayet odasına girebildiğinizde yorgunluktan toprağına yüz sürmek isteyeceğiniz mesafede konuşlanmış bir kadındı. Katettiğim yol, yüzyüze geldiğimizde hissedilen mesafenin yanında hiç kaldığından , herhangi bir yere yüz göz sürmeden koltuğa usulca ilişip susmam gerektiğini kavramam zor olmadı. Asistanı beni takdim ederken ayaklarının her an kaçmaya hazır şekilde kapıya dönük olduğunu da o an farkettim. Nitekim, ağzının içinde adımı geveledikten sonra beni cami avlusuna bırakır gibi bırakıp iki milimikron saniyede ortadan kaybolduğunda durumda bir gariplik olduğunu sezmiş, bunu da kızın özgüven sorununa vermiştim.
Gülsün Hanım (ismi buydu; ana babası daha o doğduğunda kızlarının psikolojik durumunu farkederek iyileşmesi yönünde temennilerini belirtmiş bilge kişilerdi demek; heyhat duaları kabul görmemişti) MacBook’unun ekranından iki buçuk saniye kadar gözünü ayırıp bana baktıktan sonra tekrar ekranına dönüp kırmızı ojeli tırnaklarıyla klavyede tıpır tıpır bir şeyler yazmaya devam ederken isteksizce konuştu. Üstad’ın taleplerini, bunların ne kadar hayati olduğunu, benim görevimin canla başla Üstad’ın gündelik hayat zırvalıklarından azade , sanatına yoğunlaşmasını sağlayacak zaman dilimleri yaratmak olduğunu , bunun için de zeki çevik ve yaşama içgüdüsüyle dolu olmam gerektiğini buz kristalleriyle doldurduğu tekdüze bir ses tonuyla anlattı. Yaşama içgüdüsüne takılmıştım. Ama cesaret edip soramadım. Bütün vücuduma yayılan ürpertinin her kurumsal şirkette adet olduğu üzere eksi 20 dereceye ayarlanmış klimadan olduğunu varsayarak kendimi rahatlatmaya çalıştım. Varlığımın zerrece değer ifade etmediği bu Maison France kapağından fırlamış ofisten kurtulsam , Üstad’ı kıvrak zekam ve ikili ilişkilerdeki karşı konulmaz sempatimle etkilemenin aşağı yukarı ne kadar süreceğini hesaplıyordum. Bu soğuk hamamın buz çiçeğini bir aşsam, gerisi ne kadar zor olabilirdi ki?
Derken dışarıdan önce bir gök gürlemesi, sonra sağanağa benzeyen telaşlı tıpırtılar ve ikinci bir gök gürlemesiyle iyice zıvanadan çıkmış koşturma sesleri geldi. İlk gök gürlemesiyle kulaklarını diken Gülsün Hanım , ikincisiyle yerinden ok gibi fırlayarak telaşla kendini koridora attı. Acaba yaşama içgüdüsü derken kastettiği bu muydu? Deprem tatbikatı falan mı vardı? Ne oluyordu? Çekinerek kafamı koridora uzatınca gök gürültüsünün kaynağını gördüm. Koridorun ucunda Üstad, olanca azametiyle ağzından köpükler saçarak bilinmeyen bir dilde veryansın ediyordu. Dikkatle dinleyince Türkçe konuştuğunu farkettiysem de öfkesine has bir ağız tutturduğundan tam olarak neye kızdığını anlayamadım. Televizyonda ya da gazetelerde gördüğümden daha azametli duruyor ve galiba her sövüşünde boyu beşer onar milim uzuyordu. Ya da etrafındakiler yerin altına doğru çekiliyordu. İşin matematiğini henüz kavrayamadım ama bir hayat memat meselesi yüzünden adamcağızı bu kadar delirttiklerini anladım. O sıralar son filminin seti devam ediyordu. Acaba çekilen sahnelerden bir kısmı kayıp mı olmuştu? Sektörün ucuna ilişmiş bir kaç arkadaşımdan benzer bazı talihsiz hikayeler dinlemiştim ; bir filmin 3 günlük Barcelona çekimlerinin kaybolduğu ve bütçe denklenemediği için aynı sahnelerin Zeytinburnu’nda çekilmek zorunda kaldığını falan biliyordum. Kesin buna benzer bir şey olmuştu, bu ayarsız öfkenin başka bir açıklaması olamazdı ama henüz beni ilgilendirmediğinden kafamı içeri sokup koltuğumun ucuna ilişerek Gülsün Hanım’ı beklemeye koyuldum.
Bir kaç dakika sonra Gülsün Hanım ve az önce beni cami avlusuna bırakıp kaçan asistanı peşpeşe girdiler. Gülsün Hanım sinirden titriyor, Üstad’ın hassasiyetlerinin nasıl bu kadar hiçe sayıldığına aklının ermediğini anlatırken karşısındakinin IQ , EQ , GQ nesi varsa toprağa gömüp üstünde tepinerek hırsını alıyordu. Yaklaşık 8 dakika içinde Gülsün’ün Elli Tonu’nu görmüştüm. Soğuk hamamın buz çiçeği olarak başladığı görüşmemizi ordularının başında cepheye koşan bir komutan edasıyla sürdürmüş; koridorda Üstad’la karşılaşarak babasından şefkat bekleyip katiyetle alamayan bir kız çocuğuna döndükten sonra kıstığı kuyruğuyla koridor – ofis arasındaki mesafeyi katetmiş , nihayet ofisine girerken peşine taktığı biçare asistanını yönetici olduğunu kendine anımsatmak için araç kılmıştı. Kızcağızın az önce beni takdim ederken neden süreyi o kadar ihtiyatlı kullandığını şimdi anlıyordum. Yine de bu büyük krizin sebebini her zerremle merak ediyordum ki Gülsün Hanım’ın ağzından şu cümleler döküldü –döküldü demek naïf kalacaktır; kelimeler can havliyle kadının ağzından kendilerini dışarı atıyor, daha fazla bu vücutta barınmak istemiyor gibiydiler- “Üstad’ın her gün bu saatte ne yediği belli! 250 mm yoğurda atılmış 7 üzüm tanesi! Hayır , bu ne kadar zor olabilir? Ne diye 12 tane üzümü boca edip adamı delirtiyorsunuz! Kızmakta yerden göğe haklı! Şekeri var bu adamın! Öldürecek misiniz adamı canım!”
Küçük bir an , sempatimle Üstad’ı tavlamaya kafamda ayırdığım süreyi gözden geçirmem gerektiğini düşündüm. Aklıma tanıdığım bir diğer şeker hastası olan Cuma Amcam geldi. Onun da önceden kestirilemez futbol yorumcusu çıkışları meşhurdur. Misalen bir bayram sabahında ortak girilen dananın budunu kim alacak tartışması sırasında gerginlik çıkınca budu kaptığı gibi Şinasi Dayım’ın kafasına geçirecek olmuştu da, gelinler, yeğenler falan araya girip güç bela kurtarmıştık budu. [Evet efendim, but Şinasi Dayım’dan kıymetliydi] Yengem, kocasının bu beklenmedik fiziksel atağını sabahtan beri bir şey yemeyişinden doğan kan şekeri düşüklüğüne vermişti. Fakat Cuma Amcam’ın atakları bunlarla sınırlı değildi.
9 çocuklu bir ailenin en büyüğü olan amcam, kafi miktarda okuma yazma öğrendiğine kanaat getirildikten sonra okulu terk ederek erken yaşında çalışmaya başlamış, ailenin sorumluluğunu çok erken üstlenmiş biridir. Kazandığı parayla önce tek katlı bir ev yapıp , üzerini filizledikten sonra birer kat birer kat yükselterek 13 yılda nihayet bir aile apartmanı yapmıştır. Hepimiz o apartmanda ‘önümüze gelene yüz tekme’ ekibi gibi bir arada yaşarız. Kardeşlerine birer sığınak sağlayabilmesinden mütevellit, ailemizin her konudaki kanaat önderi de kendisidir.
Allah’ın bildiğini sizden saklayacak değilim efendim, babam da dahil diğer hiçbir kardeşi kendi başına bir hayat inşa edebilecek durumda olmadığından, tüm aile amcama koşulsuz bir biatla bağlıdır. Başlangıçta sülaleden birisinin evleneceği adayı danışmak gibi masif konular kendisine danışılırken yıllar içinde etki alanı genişleyerek aklınıza gelecek her alana nüfuz etmiştir. Bayramda tatile gidilecek mi? Amcama sorulur. Apartman otomatına fotosel takılsın mı? Amcam bilir. Bizim dairede musluk mu değişecek? Şekline amcam karar verir. Başka türlüsü düşünülemez. Zira mazallah onun rızasından başka bir alternatif seçilirse kan şekeri düşüverir.
Amcamın kan şekeriyle öfke buhranları arasında negatif korelasyon olduğu da ailenin tüm fertlerince bilinmektedir (korelasyonun ne olduğunu bilmezler ama aradaki ilişkiyi bilirler) ; biri hızla düşerken diğeri hızla yükselir. Bu defa o ne yapar? Tutar sinirini olmadık birinden alır , o durduk yere paylanan olmadık biri, misalen Sitare Yengem, sinirini ailedeki başka birine, misalen anneme yönlendirir. Yengem tarafından anlaşılmaz şekilde horlanan annem de elbet öfkesini babamdan çıkarır. İşten eve gelir gelmez manyak karısı tarafından paylanan babam hırsla soluğu kahvede alır. Açık pozisyon bulduğu bir okey masasında hıncını tam orta göbekte olup bir türlü gelemeyen sahte okeyden alırken, karşısında oturan Fethi Amca babamın ‘cık cık cık cık’larını nedeni bilinmez şekilde üstüne alınarak elindeki ıstakayla babama girişir. Babam da nihayet öfkesini pamuklaştıracak mecra bulmanın sevinciyle karşılık verince karakolluk olurlar. Görüyorsunuz ya ailemiz hassas dengeler üzerine bina edilmiştir ve bu dengelerden biri bile sarsılsa ailede kaos başlar. Kaos da ailecek en hazetmediğimiz şeydir. Bir ailenin bir arada ve güçlü olabilmesi için istikrarın her şeyden önce geldiğini bize amcam öğretmiştir.
Amcamın her konudaki kanaat önderliğinin aileye pek çok konuda büyük avantaj sağladığı da inkar edilemez. Bunlardan en mühimi içlerinden kimsenin pek fazla şeye kafa yormasına gerek kalmayışıdır ki bu da ailemin çoğu ferdi için bulunmaz nimettir. Şu hayatta kendilerini en çok korkutan şey , Allah gecinden versin, bir konuda derinlemesine düşünmek zorunda kalmalarıdır.
Şu an içinde bulunduğum sanat yuvasında aklıma bunların gelmesi en hafifinden abesle iştigaldi. Cuma Amcam ve Üstad arasında bir benzerlik olma ihtimali elbet yoktu. Fakat belli ki sinirsel bir rahatsızlıktan muzdarip bir adamın getir götürcülüğüne aday olmuştum. Yine de Üstad kalibresindeki bir adamın bu rahatsızlıkla baş etme şekli Kuyudibi Mahallesi’ndeki Cuma Amcam’dan farklı olmalıydı. Bu sebeple endişeye mahal vermedim. Bu işi istiyordum ve bankadaki 24 tl’lik bakiyem göz önüne alındığında seçme şansım da kısıtlıydı.
Kalkıp gitmeli mi, bilgisayarında çok mühim yazışmalarını sürdüren Gülsün Hanım’dan bir cevap mı beklemeli bilemezken, çalan dahili telefon imdadıma yetişti. Karşı taraftan kısacık bir homurtu duydum. Ne dediğini anlamasam da Gülsün Hanım’ın bir anda bana kayan bakışlarından konunun benimle ilgili olabileceğini kavradım. ‘Tabii Üstadım , ben ön elemeyi yaptım , elimde bir tane çok uygun aday var. Hemen gön’ bundan sonra karşı taraf kapatmış olacaktı. Gülsün Hanım renk vermemeye çalışarak devam etti. ‘-deriyorum size’. Yaklaşık 1 saniye süren homurtusunda Üstad’ın ‘bana asistan bulamadınız mı hala?’ dediğini böylece anlamış oldum. O kısacık homurtuya o kadar uzun cümleyi nasıl sığdırdığını anlayamayarak, bunu Üstad’ın benzersiz yeteneklerinden biri kabilinden hafızama kaydettim.
Elli Ton Gülsün, en histerik tonuyla bana döndü ve talimatlarını bildirdi : koridorun ucunda Üstad beni bekliyordu. Gerekmedikçe konuşmayacak, o sormadıkça cevap vermeyecek, mümkünse sesli nefes almayacak, zorda kalmadıkça öksürmeyecektim. Deneme sürem böylece başlamış olacaktı. Sigorta falan mevzubahis değildi. Deneme süresinde beğenilirsem şartları o zaman konuşacaktık.
Elli Ton Gülsün’ün odasından Üstad’ın odasına uzayan o dar geçitte yürürken bir yandan durum değerlendirmemi tamamladım. Belli ki sinirli bir adamdı. Olsundu. O kadar başarı gökten zembille inmiyordu. Sorumluluğun bu denlisinin kısmi yan etkileri olması normaldi. Cuma Amcam’ın ani çıkışlara hakkı varken Üstad’a bu hakkı tanımamak düpedüz hadsizlik olurdu. Beri yandan, şu an kendisiyle tanışmak için doğru bir zaman gibi de görünmüyordu. Yine olsundu. Tarih , talihsiz gibi görünen nice küçük an’ın nasıl görkemli zaferlere uzandığını anlatan hikayelerle doluydu. Misalen şu sinir bozukluğu sırasında, sıcak bir tavrım, çekingen görünen ama aslında zehir gibi bir zeka ihtiva ettiği hemen anlaşılan bir önerim beni bir anda daha önce Üstad’la çalışmış tüm eski asistanların önüne geçirebilirdi. O da kafasını bilgisayarından ya da üzerine çalıştığı şeyden kaldırır, gözlüklerinin arkasından kısa bir an hayretle beni süzerek bir yandan ‘mesafeli , bilge fakat aslında altın gibi kalbi olan ama etrafı salaklarla çevrili olduğu için bunu itinayla saklayan sert adam’ kişiliğinin etkisiyle gülümsemesini saklarken bir yandan da bana notunu şak diye yapıştırıverirdi. ‘Hmmm zeki bir kız!’ Ondan sonra da gelsin büyük adam küçük aşk. Gülsün, adamın karşısında poyraz görmüş ham erik gibi tingildeyip duruyorsa bu onun basiretsizliğindendi. Ben farklıydım.
Farklılık zannımın cehaletimden ileri geldiğini anlamakta gecikmedim. Odasına girmeden derin bir nefes alıp , bir kere öksürüp , boğazımı temizleyip, dişime de şeytan kulağına kurşun yaparak hazırlığımı tamamladıktan sonra kapısını tıklattım. ‘Hön’ diye bir homurtu duydum. ‘Gel’ demek istediğini düşünerek içeri doğru büyükçe bir adım attım. Elden geldiğince özgüvenli, zeki, sempatik, ahlaklı ve farklı görünmeye çalışarak kapıda bekledim. Beklediğim üzere duvarları gişe rekorları kıran filmlerinin afişleriyle ve türlü üniversite , dernek vs ödülleriyle baştan başa dolu odasında yine beklediğim üzere bilgisayarına gömülmüş, ciddiyetle bir şeylerle uğraşıyordu. Kendimi tanıtmak için ağzımı açacaktım ki , bana hiç bakmadan ‘hönü hön humurum , hum hönö bön’ gibi bir şeyler söyleyerek elinin tersiyle ‘çık çık’ işareti verdi. Girerken ihtiyatla attığım o tek adımı da geri alarak yeniden koridora çıktım. Bana bakmamıştı , kim olduğum zerrece umrunda olmamıştı; bir kişiliğim, hissiyatım yahut fikrim olabilme ihtimali umurunda değildi. Üstelik bana bir de talimat verdiğini zekamın kendime kadar kısmıyla anlamıştım. Ama ne dediğine dair hiçbir fikrim yoktu, Elli Ton Gülsün’e de gidip ‘hönü hön humurum , hum hönö bön ne demek’ diyecek halim de. Gelirken heybeme doldurduğum kendime dair tüm o inancım , umudum ve hayallerim bir anda buharlaşmış, üzerimde boşluktan doğan bir hafiflik zeminine bina edilen mallıkla koridorda kalakalmıştım.
Zamanla Üstad’ı tanıdım. Sete çıktığında tek bakışıyla koca ekibi sindiriyor , döneminin en popüler oyuncularına kadın erkek ayırmaksızın istediği hakareti ediyor , yine de büyük adam ünvanından bir şey yitirmiyordu. Bir keresinde set ekibinden birine, üstelik yıllardır kendisiyle çalışan kadim ekipten birine sille tokat giriştiğine dahi tanık oldum. Setlerde onunla çalışıp da arkasından küfretmeyen oyuncu görmedim, lakin hepsi röportajlarında onunla çalışma şerefine nail olmaktan duydukları gururu gözleri parlayarak anlatıyordu. Bir sonraki filme çağrılırlarsa da koşarak gidiyorlardı.
Şimdi buracıkta bir an durup, Kuyudibi’nde 6 katlı bir aile apartmanında hayatını idame ettirmeye çalışan bencağızın yaşadığı ilk şoku anlamanızı rica ediyorum sayın savcım. Yaşananları görüyor fakat idrak edemiyordum. Nitekim olaylar bahsini ettiğim güzide semtimizde, yegane eğlencesi çekirdek çitletip komşu kızı Selma’nın attığı ikinci nişanı ağızlarına sakız etmek olan canım aile fertlerimin arasında cereyan etmiyordu. Üstad’ın etrafını Sıddıka Yengemler sarmamıştı, hayır. Bilakis mürekkep yalamış, okumuş yazmış, işinde iyi insanlarla çevriliydi. Dolayısıyla ortada bir hata varsa o da ancak ve ancak bendenizde olabilirdi. Gördüğümü yanlış yorumluyordum. Belki de başka bir pencereden bakmam lazım geliyordu.
Misalen sadece filmlerin gişe yapması, kısa bir süre için de olsa gelen popülerlik beklentisi değildi çevresindeki kitleyi bir araya getiren. Bunlar çok etkin sebeplerdi evet. Fakat kanaatimce Üstad’ın etrafında kenetlenen bu adanmış güruhun, popüler bir gruba ait olma arzuları dışında daha güçlü bir itkileri vardı. Her birinin irili ufaklı psikolojik yetersizlikleri usta yönetmenin oyun sahasını oluşturuyordu. Ki artık o gruba ben de dahil olmuştum. Bu adamın yapıp ettiği herşey biz ortalama fanilerin kah öz değer yoksunluğuna , kah otorite figüründen onay alma çırpınışlarımıza denk düşüyor, bu da acılara rağmen yanında direnmemizi ve hatta bundan handiyse gurur duymamızı sağlıyordu. Başarının bir parçası olmanın ille bedeli olmalıydı, biz de o bedeli layığıyla ödeyen inanmışlardık. Bakınız ancak bu türlü bir açıklama ile yüreğime su serptikten sonra işime devam edebildim.
Onunla her yeni gün, yepyeni bir macera demekti. O sabah uyandığında hangi sebeplerle ekipten kimleri aşağılamaya girişeceğini kestirmek , yeni eğlenceliğim olmuştu. Kimleri seçerse seçsin , o talihli grubun içinde ille ben de olduğumdan , yeni oyunlar türetmeden akıl sağlığımı muhafaza etmem mümkün değildi. Set devam ederken her gün birimiz alık oluyorduk , birimiz gerizekalı , birimiz ‘bu yaşa nasıl geldiği hikmetinden sual olunmaz ilahi Rabbimin mucizesi’. Zaman zaman, etrafındaki salaklar ordusu çok canını sıktığında , kalkıp sahneyi anlatma bahanesiyle oyuncuları tartakladığı , duracakları yeri gösterme ‘niyetiyle’ itip kaktığı , bunları yaparken de aldıkları eğitimden başlayarak , sete çıktıkları ana kadar geçirdikleri tüm evreleri günbegün çiğneyip bir kenara tükürmeyi ihmal etmeden, kendinden son derece hoşnut bir ifadeyle monitörünün başına döndüğü olurdu. Karşısında oyuncu yerine içi sömürülerek boşaltılmış bir posa , biçare bir insan müsveddesi kaldığına defaetle tanık oldum.
İnsan müsveddesi demişken , hakkımda şikayeti bulunan ünlü oyuncumuza da daha fazla vaktinizi almadan geliyorum sayın savcım. Üstad, kendi repütasyonuna magazinel bir gölge düşmesini istememiş olsa gerek , benden şikayetçi olmamış. Bunun yerine A.Ş. şikayeti yapıştırıvermiş. Sağlık olsun.
Münferit hadisenin vuku bulduğu günden kısa süre önce, Üstad’ın son filminin çekimleri için İnebolu ilçemizin bir köyünde, kaz kovalıyordum. Resmi görev tanımımda bulunmamasına rağmen çekimler için denizin üstüne martı biriktirmek, laftan sözden anlayan karga bulmak, prodüksiyon sorumlularının bodrum katlarında dolaşıp toplayabildikleri farelerin içinden sevimli görünenleri ayıklayarak yedekli olarak çekime hazır bulundurmak falan gibi işler de hep bana yıkılırdı. Çekimlerin sonuna yaklaştığımız o günlerde de Üstad, ‘kabzımal insan, varoluşunu sorguluyor’ diye özetleyebileceğimiz bir sahne için bizi köy, mezra, bucak ayırmaksızın gezdiriyordu. Bunun için günlerce yol katedip İnebolu’nun bir köyüne varmıştık.
Nihayet Üstad, orada bir küçük ormanlıktaki ağaçların gövdelerinin karakterin ruh halini en doğru şekilde aktardığına kani olunca set kurulmaya başlandı. Sahnede sadece başrol oyuncumuzun ormanda amaçsızca yürümesi gerekiyordu. Kabzımalın varoluşunun anlamını bu yolla bulacağına gönülden ikna olan Üstad için bu sahne, filmin en mühim an’ını barındırıyordu. Sinirler gergindi. Herkes yerini aldı. Oyuncu da Üstad’ın onay vermesiyle yürümeye başladı. Fakat olmuyor, olamıyordu. Oyuncunun yürüyüşü, Üstad’a yeterince anlamlı görünmüyordu. Karakterin o yürüyüş sonrasında varoluşun anlamını bulduğuna kendisi inanmazsa seyirciyi nasıl ikna edecekti? Yanında çalıştığım üçüncü filmi olduğundan, ruh halini rahatlıkla okuyabiliyordum. Film bitmek üzereydi. Ortaya çıkacak şeyin beğenilmeme ihtimali mevcuttu, dolayısıyla Gülsün Hanım’ın tüm finansal baskılarına ve bir an önce seti tarağı toplayıp İstanbul’a dönme arzusuna karşın Üstad seti uzattıkça uzatıyor, makus kaderini geciktirmek için, 5 yaşındaki sahibi tarafından yakalanmış ama teslim olmak istemeyen bir kedi gibi, pençelerini toprağa geçiriyordu. Bir arıza çıkarmalıydı. Kendisine biraz daha zaman kazandıracak her ne olursa. Bu hallerini iyi bildiğimden, setlerin son günlerinde hep mekana ve dekora uygun giyinmişimdir efendim. Gülmeyiniz. Hayat kurtarır. Misalen ormanlık alanda mıyız? Hemen patlatırım kamuflaj pantolonumu. Ya da pavyon mu çekiyoruz? Kırmızı tişörtü yapıştırırım. Bir kurban arayışıyla etrafına baktığında göze batmayacak ne varsa o gün mutlaka onu giyerim.
Bahsini ettiğim gün de her boş kaldığı an etrafa alıcı gözle bakmasına rağmen beni bir türlü bulamıyordu. Bunun kendisini delirttiğini görerek durumla içten içe eğleniyordum. Adımla sanımla çağırıp durduk yerde azarlamayı da egosuna yediremeyeceğini bildiğimden, nasıl bir çözüm bulacağını hevesle izliyordum ki kabak hiç beklemediğim şekilde başrol oyuncusuna patladı. Başrol oyuncumuz münferit hadisede adı ‘şikayetçi’ olarak geçen A.Ş. idi. Aldığı onlarca ödülün yanısıra son dönemde özellikle yurt dışındaki başarıları malumunuzdur. Ben de tanışmadan önce kendisine hayranlık besleyenlerdendim. Mahkemelik olduğumuz şu gün dahi, kendisinin üstün yeteneğini tartışacak değilim. Eğitimci bir aileden geliyordu, kendisi de iyi eğitim almış, kültürlü, yaşının ötesinde birikimli biriydi.
Çekimler boyunca Üstad’la aralarında adım adım tırmanan gerginlik, İnebolu’da zirveye vardı. Ve aralarında bir ‘varoluşun anlamını buldun, bulamadın’ kavgası patladı. A.Ş. ısrarla bulduğunu söylüyor , fakat Üstad zinhar ikna olamıyor , oyuncunun ormandaki yürüyüşünü sığ buluyordu. Buradan sazı eline alarak , içine sinmeyen bütün bir filmin öfkesini böylece A.Ş.’ye kustu. Adamın ne aldığı eğitim kaldı, ne sezgilerinin acınasılığı , ne yürürken düşünmeyi aynı anda beceremeyişi. Kamuflaj pantolonum ve haki tişörtümle arkasına sindiğim kayın ağacından sahneyi izliyordum. Kendini defalarca ispatlamış olan ünlü oyuncunun bu kadar hakarete göz yummayacağından emindim. Bu defa Üstad sert kayaya çarpmıştı. Son kurşununu boşa sıkmıştı. Filmin tamamlanamayacağına iyiden iyiye kani olmuştum. Bundan gizli bir haz duyduğumu da inkar edecek değilim. Fakat bunun yerine , A.Ş.’nin , meziyetlerini ezdikçe devleşen Üstad’ın karşısında gitgide kendinden şüpheye düşmesine tanıklık ettim. Kelime kelime üzerine eklendikçe , A.Ş.’nin yüzündeki kararlı ifade yerini tereddüte, oradan da teslimiyete bırakıyordu. Nihayet Üstad’ın tiradı son bulduğunda A.Ş’nin tüm geçmişine , kariyerine yepyeni bir bakışla baktığını dehşetle farkettim.
Üstad’ın kazandığı bu mutlak zaferin sonunda , ekip sahneyi tekrar çekmek için hazırlandı. Ortalama bir insan, bu küçük zaferin yönetmene yeterli gelmesini bekler. Nitekim o insan tam da bu yüzden ortalamadır. Üstad gibi büyük yöneticiler için bu nev’i anlar, görkemli birer kapanış gereksinir. Oyuncuyu sindirmiş olması ona asla yetmez. Onu kovabilmesi, böylece diğerlerine gücünü tartışmasız şekilde kabul ettirmesi icap eder. Fakat içinde bulunduğu durumda, kabul etmek istemese de, Üstad da oyuncuya tabiydi. Finale bu kadar yaklaşmışken adamın çekip gitmesini göze alamazdı. Bu yüzden de şiddetin hazzını doyasıya yaşayamamıştı. Tam sevişmenin ortasında çat kapı damlayıveren bir yakın dostun zile basıveren parmağına duyduğu öfke gibi öfke duyuyordu oyuncunun boyun eğişine. Keşke bu kadar çabuk pes etmeseydi. Keşke direnseydi. Üstad onu kovmak zorunda kalsaydı. İşte o zaman , maliyeti ne olursa olsun , bir tutunacak dalı olacaktı. Saygısızlık etti diyecekti. Hadsizlik etti, setteki otoritemi hiçe saydı , o filmi nasıl tamamlayabilirdim diyecekti. Fakat A.Ş. çabuk çözüldü. Bu pes edişin ucunun bana değeceğini daha o an idrak etmiştim.
Üstad ‘kayıt!’ diye haykırdığında çekim başladı. Yaşadığı sarsıntıyla hayatı sorgulayan A.Ş. ağaçlıkların arasından yürürken nereden çıktıklarını anlayamadığımız bir kaz sürüsü, birden kadraja girdi. Hepimiz nefeslerimizi tuttuk. Fakat Üstad’ı delirteceğini düşündüğümüz bu beklenmedik kaza , tersine ona aradığını vermişe benziyordu. Monitörün başında heyecanla ayağa fırladı , ‘harika!’ diye bağırdı. ‘Baştan alıyoruz! Kabzımal aynı şekilde gelsin ama kazlar bir tık daha sollu gelsinler!’
Komutla birlikte sette bir an zaman dondu. Kimse göze batıp görevi üstlenmek istemiyordu. Bu yüzden sanki birisi ‘tıp’ demişçesine tüm ekip nefesini tutup donakalmıştı. O mutat haykırışı işte bu an duydum. ‘Sarııııı!!!!’ Sarı ben oluyordum efendim. Hayır , sarışın değilim. Bilakis çok yerel ve çok esmer biriyim. Fakat Üstad ilk gördüğünde esmerliğin bana yakışmadığını düşündüğünden, ismimi ezberlemeye de tenezzül etmeyeceğinden, adımı ‘Sarı’ koymuştu. Odasında ilk karşılaştığımızda bahsi geçen ‘hönü hön humurum, hön bönö bön’ minvalli homurtusunun aslında ‘sen ne kara bişeysin , az daha sarart saçını öyle gel , içimi kararttın’ demek olduğunu çok sonra lisanını söktüğümde anladım. Ben anlayana kadar 3 yıl geçtiğinden zahmet edip saçımı da boyatmadım. Efendim lafı uzatmayayım, kazları bir tık daha sollu getirebilmek için saklandığım kayın ağacının arkasından çıkıp, ölüme gider gibi yavaş fakat dönüşü olmayan adımlarla sahneye girdim. Hayvancağızları ürkütmemek için olabildiğince sempatik görünmeye çalışıyordum. Lakin korkudan nasıl betim benzim attıysa, beni gören kazlar da topraktan taze fırlamış merhum dedelerini görmüşçesine derin bir korkuyla ve can havliyle dört bir yana dağıldı. Bir tanesi monitor masasına sıçrayarak devirdikten sonra, Üstad’ın üstünden sekerek ormanın derinliklerine doğru gözden kayboldu. Giderken de Üstad’ın kucağına sıcak, kokulu bir hatıra bırakmayı ihmal etmedi. Monitörü devrilen ve kendisi de boka batmış olan Üstad böylece arzu ettiği olanağa kavuşmuş oldu.
Bir anda ‘olamayan’ sahnenin baş sorumlusu olmuştum. Adam daha ne yapsındı? Sahneyi güç bela anlayan bir oyuncuyu aşmış , bir nev’i okyanusu geçip derede boğulmuştu. Üstelik salak bir asistan yüzünden. 10 dakika kadar sürdüğünü düşündüğüm tiradın sonunda ‘kovuldun!’ ünlemiyle kendime geldim. İşte tam bu an, içimden gelen önlenemez bir güç ve kaybedecek hiçbirşeyi olmayanların cesaretiyle arkasından bağırdım : ‘Bana baksana sen , egosu gölgesinden büyük insan müsveddesi!’ Ve sonrasında 4 yıldır biriktirdiğim ne varsa, bir an teklemeden büyük bir rahatlıkla kucağına bıraktım. Konuştukça coşuyor , coştukça çağlıyor , renkten renge giren yüzünü gördükçe tüm çalışanlar adına konuşmanın verdiği hazla eli daha da yükseltiyordum.
Ah Savcı Bey, ifademin tam bu kısmında inanın böyle devam etmek isterdim. Ve fakat ben lafı her zaman gediğine koyan o hazırcevap kahramanlardan biri değilim. Bir haksızlığa uğradığım zaman ekseriyetle sessiz kalır, daha sonra kafamda aynı sahneyi defalarca yaşar, her birinde daha güçlü daha güzel monologlarla kendimi savunur, antikahramanı yere sererim. Fakat o an , ah işte o an sadece nutkum tutulur. Sonrası için bolca ‘ah ulan şunu da deseydim ya’ yazıklanışı biriktirmek üzere derin bir sessizliğe gömülürüm. Burada da yazık ki yine böyle oldu. İstediği kadar görkemli olamasa da bir kapanış yaşamanın rahatlığıyla sahneyi iptal eden Üstad, karavanına dinlenmeye çekildi. Ben de eşyalarımı almak için ekip aracına yürüdüm. Yolda karşılaştığım oyuncu A.Ş. sırtımı sıvazladı. Kendi sözleşmesinin çok bağlayıcı olduğunu, filmi bırakması halinde yüklü tazminat ödemesi gerektiğini , dolayısıyla olup bitene mecburen katlandığını ve çekip gidebildiğim için bana imrendiğini söyledi. Buradan sonrasında onun cümlelerini birebir alıntılıyorum sayın Savcım: ‘Şu film bitsin , bu o… çocuğu ile bir daha aynı sokaktan geçmem, tüm sektöre de ne mal olduğunu anlatacağım sen merak etme.’
Elime geçen intikam fırsatını değerlendirememiştim ama son anda yetişen A.Ş.’nin insani tavrı sağolsun, duygudaşlıktan doğma bir rahatlıkla evimin yolunu tuttum. En azından arkamda birilerinin olduğunu düşünmek iyi gelmişti. Birkaç hafta sonra bir akşam magazin programında A.Ş.’nin sırıtık suratını gördüğümde ne kadar şaşırdığımı sanırım artık daha iyi anlarsınız. Zira kendisine uzatılan mikrofona sevinçle yeni filmini müjdeliyordu. Üstad’la çalışmanın kendisi için çok eğitici olduğunu , önümüzdeki sene çekeceği filmde de başrolü oynayacağını bildirmekten büyük gurur duyduğunu, Üstad gibi değerlerin ülkemizde çok az bulunduğunu, bu pınardan faydalanan şanslı azınlıktan olduğu için ne kadar şükretse yetmeyeceğini anlatıyordu. Soğancığımdan başlayan bir sıcaklığın bütün beynimi ele geçirdiğini hissederek kendimi yatağa attım. Güçlükle uyudum.
Takip eden birkaç gün içinde başka bir yapım şirketinde iş buldum. Münferit olayın gerçekleştiği akşam işten çıkmış evime gitmek için dolmuş durağına yürüyordum ki yol üzerindeki kafelerden birinde kalabalık bir masanın yola bakan ucunda oturan Üstad ve A.Ş’yi gördüm. Üstad bir şeyler anlatıyor , A.Ş de diğerleri gibi kahkahalarla gülüyordu. Bir süre olduğum yerde istemsizce kaldım. Hareket etmek istiyor ama beceremiyordum. O sırada A.Ş. ile gözgöze geldim. Hızlıca gözlerini kaçırıp beni görmezden geldikten sonra tüm dikkatini yine Üstad’a verdi. Ben de kendime telkine başladım. Yeterince uğraştıktan sonra ‘Allah’ından bulsun’ noktasına gelmiştim ki, durağa doğru attığım adımlar beni onlara daha yaklaştırdığından konuşmalarını duyar olmuştum. Bu defa konuşan A.Ş. idi. Bölük pörçük duyduklarımdan, yakınlarda atlattığımız seçimlerden bahsettiğini çıkarabildim. Sesi yakınır tondaydı. Sonuçları aklının almadığını anlatıyordu. Eğitim diyordu , özsaygı falan diyordu. Koca kitleler nasıl olur da hiç düşünmeden tek bir adamın peşinden biatla yürür diyordu. ‘Bunlar kendi iradesi olmayan karınca sürüsü maalesef, kabahatin çoğu bunlarda, nasıl anlatabiliriz ki?’ diyordu. Sonrasını pek hatırlamıyorum sayın Savcım. Soğancığımdan yükselen o sıcaklığın beynimi yine ele geçirdiğini hatırlıyorum. Mekana doğru hamle ettiğimi hatırlıyorum. Gerisi bulanık. Anlatıldığına gore, sandalyeyi kapmışım. Kolçağı nasıl ayırdım, A.Ş.’ye nasıl giriştim bilmem. Aslen ne o kadar güçlü, ne de o kadar öfkeliyimdir. İfademi burada tamamlarken, şiddetin her türüne karşı olduğumu, münferit olayda yalnızca şiddet kullandığım için üzüntü duyduğumu, A.Ş. ve türevlerine ilişkin hislerimin baki olduğunu eklemek isterim. Saygılarımla.
Harika olmuş. Sanki film seyretmiş gibi oldum, her bir betimleme gözümün önünde canlı gibiydi. Ayrıca öykü kahramanının içinde bulunduğu durum da süper aktarılmış.
Elinize kaleminize sağlık... Harika... Bir solukta okuyup aynı zamanda hissetmek yaşamak, kaleminizin başarısı 👏🏼