top of page
Yazarın fotoğrafıDeniz Akçay Katıksız

"Onlar tek bir dil konuşur"

“Sir, excuse me, sir!”

Issızlığın ortasında bir benzincide, pompanın yanında durmuş, benzinini doldurup uzaklaşmakta olan bir İngiliz adamcağıza el kol hareketleriyle çırpınarak sesleniyorum. Lakin adam beni ustaca görmezden gelirken gazlıyor. Haklı. Oradan bakınca dolandırıcı mıyım, dengesiz miyim belli değil. Lakin sadece arabaya benzin nasıl doldurulur bilmeyen bir insan evladıyım ve üstelik kızımın bana ihtiyacı var. Okuldan arayıp “kızınızı lütfen gelin alın” dediklerinden beri ne yerde ne gökteyim. Benzin ışığı iki gündür yanıyor ama müzmin bir son dakikacı olarak hiç ilgilenmedim. Nihayet araba beni durmakla tehdit ettiğinde benzinliğe girdim ve bir süre arabanın içinde bir pompacının yanaşmasını bekledim. Kimse gelmeyince ve yandaki adam kendi işini kendi halledip gidince benzini kendim almam gerekiyor olabileceğine dair bir şüphe oluştu içimde. Sadece şüphedir diye görmezden geldiğim fevkalade parlak iç sesimle bir süre arabadan pompayı kestik.

Markette kasada duran biri var, ona sorabilirim ama alacağım cevabı anlayacağımdan ciddi kuşku duyuyorum. Zira pek özgüvenle gelip yerleştiğim bu kasabada konuşulan dilin benim bildiğime iman beslediğim İngilizce’yle uzaktan yakından ilgisi yok. Birtakım sesler duyuyorum, o sesleri bir bağlama oturtmaya çalışıyorum, bu sırada epey zaman geçtiğinden karşımdaki benim mavi ekran verdiğimi ve servise gitmem gerektiğini düşünüp kibarca uzaklaşıyor. Bazen Çiçek’le duo olarak bu duruma düşüyoruz. Kaynaşıp çevre edinsin diye götürdüğüm oyun parkında, evladım birileriyle sosyalleşmeye, ben de ona yardım etmeye çalışırken sıklıkla Dumb & Dumber gibi görünüyoruz.

“Yufiinbeaa” diye bir şey duyuyorum mesela, onun “Are you feeling better?” olduğunu anlamam takribi dört dakikamı alıyor. “Be Allahsız, orada iki tane “t” var, hiç mi değil, birini kullansan incilerin mi dökülür?” diyemiyorum. Ya da birine soru sorduğumda “Ask sı blöyk ovıdee” deyişinden “ask that block over there” dediğini varsayıyorum ve beni neden bir binaya yönlendiriyor idrak edemediğim için konuyu sükunetle kapatıyorum. Çok sonra block değil bloke dediğini ve burada bir adamdan bahsederken “guy” yerine “bloke” kullandıklarını öğreniyorum. “Guy” neyinize yetmiyor? Ya da okul bahçesinde ayak üstü konuştuğum velilerden biri “emşeıığğ” dediğinde, onun “I am shattered” (bitkinim, çok yorgunum) dediğini zerrece anlamadığımdan cevaben “great” falan diyorum. On numara salağım.

Çiçek ilk okula başlamadan iki hafta önce yerleştiğimizde yaşına rağmen kendini kurtarır bir İngilizcesi olduğuna inanıyordum. Zira evladım iki buçuk yaşından beri değme “native speaker American” hocalarla oyunlar oynuyor, dersler görüyor, coştukça coşuyordu. O kadar ki evde her fırsatta ona uzun uzun Türkçe hikayeler okuyor, gün görmemiş sabiyle hikayelerin bağlamlarını falan tartışıyor, çocuğu Türkçe’de tutmaya çalışıyordum. Oxford’un kıyıcığındaki bu kasabaya yerleştiğimizde acı gerçekle yüzleştik. Çocuk sadece ses tekrarıyla dili öğrendiğinden ve buradaki sesleri hiç idrak edemediğinden zırnık bir şey anlamıyor, dolayısıyla kendi bildiklerinden de şüpheye düşüyordu. Kasabanın parklarındaki “yavrum pratik yapsın” avları sırasında epeyce şüphe uyandırmış iki soytarı olduğumuzdan okulda neler olacağıyla ilgili derin kaygılar taşıyordum. Hele ki kendi ilk okul deneyimimi düşündükçe.

Okulun ilk sabahı olabilecek en neşeli performansımla karşısına dikildim. Pedagogların ‘meseleleri oyuna çevirin’ önerisinde arşa çıkmıştım. Tek kişilik sirk çadırı gibiydim. Buna rağmen neşesiz görünen Çiço’nun gece pek uyumamış gibi göz altları çökük çöküktü. Kendi evhamımdan ip uçları yakalamaya çalıştığıma iman ederek üstünde durmadım. Onu ilk defa okul forması içinde görüyordum, babası yanında olamıyordu, türlü duygu durumlarının iki uçlu sarkacında sallanıyordum. Sınıfların muhteşem olduğunu, arkadaşlarının çok sevimli göründüğünü falan anlatarak motivasyon konuşmalarına kaptırmıştım, “şimdi kendine sarıl ve zıpla zıplaaa” dememe ramak kalmıştı ki tam kapıdan çıkarken Çiço bana dönüp “anne bir şey sorucam” diyerek devam etti “acıktım nasıl derim, susadım nasıl derim, tuvaletim geldi nasıl derim?”

Elimin ayağımın uyuştuğunu hissettim. Gerçekten gece doğru dürüst uyumamıştı ve beş yaşında olmasına rağmen yanıma gelip ağlamak yerine nasıl hayatta kalabileceğini kurmuştu. Bulduğu formül de ‘temel ihtiyaçlarımı karşılarsam sırtım yere gelmez’ şeklindeydi ki buna da gülsem mi gururdan ağlasam mı bilemedim. Tek tek ‘I am hungry’ ‘I am thirsty’ demeyi öğrettim ve tuvalet için de dümdüz tuvalet demesini, anlayacaklarını salık verdim. Sıkı sıkı sarıldım ve dedim ki ‘eğer kendini iyi hissetmezsen öğretmenine gidip sadece [mommy] de, onlar beni arayacaklar ve gelip seni alacağım, hemen on beş dakika içinde. Tamam mı? Sakın korkma, ben burdayım.’

Böylece mahalle mektebine gittik. Ana sınıfına başlayacaktı ve gittiğimizde ana sınıfında ismi yoktu. Başı kesik tavuk gibi ortalıkta bir süre gezip ne yapacağımı anlamaya çalışırken Headteacher (a.k.a. okul müdürü) yanıma geldi ve Çiçek’in yaşı gereği birinci sınıftan başlamasını uygun gördüklerini anlattı. Ana sınıfındakilerin okuma yazma öğrendiklerini biliyordum. Çiçek kendi bildiği İngilizce’yi bile unutmuştu, bunun mümkün olmadığında ısrar ettim ama yardımcı öğretmenin sürekli ona destek olacağını, sıkıntı olmayacağını söyleyerek bana güvence verdiler. Son olarak “bir ay kadar deneyelim, gereksiz yere yıl kaybetmesin, uyum sağlayamazsa ana sınıfına alırız ama mutlaka sağlayacaktır” dedi.

Kendi mahalle mektebimizde birinci sınıfa başladığımda okuma yazma dört işlem ve türlü matematik problemlerini halletmiştim, zira evde iki tane ablam vardı ve onlarla takılıyordum. Dolayısıyla sınıf öğretmenimiz “bakın çocuklar bu bir tarak” diyerek E harfini tahtada gösterdiğinde hemen parmak kaldırıp “ama örtmenim o tarak değil ki Eee” yahut “bakın bu bir yılan” der demez “örtmenim o Seeeee” diye adeta yırtık dondan fırlayıp adamcağızın ayarlarını bozuyordum. Matematikte ona keza sıkıntılar yaşıyorduk, çarpım tablosu ezberimdeydi, hoca leb demeden kanser eder hale gelmiştim. Üç hafta kadar sonra bir gün sakince gelip elimden tuttu ve “gel bakalım seninle başka bir yere gidiyoruz” diyerek beni kapısında 3C yazan bir sınıfa götürdü. Bundan sonra buradan devam edeceğimi söyledi.

Ön sırada bana ayrılan yere oturdum. Ne olduğumu anlayamamıştım. Sınıfta elle tutulur bir elektrik vardı. Öğretmen çok sinirliydi. Bir süre sonra anladım ki çocuklardan biri derste uyumuş, diğerleri onun arkasına kağıt yapıştırmış, öğretmen hem uyuyan çocuğa uyuduğu için, hem kağıt yapıştıranlara dalga geçtikleri için kızmıştı. Birden ‘bir deste kaç tanedir?’ diye sordu. Benim bu sorunun cevabıyla uzaktan yakından alakam yoktu. Hayatımda deste nedir duymamıştım. Öğretmenin ısrarıyla her kafadan bir ses çıkıyordu; çoğunluk on iki olduğunu iddia ediyor, kimi beş kimi sekiz diyor, bir Allah’ın kulu on demiyordu. Bunun üzerine öğretmen bu konuyu daha yeni öğrettiğini söyleyerek bütün sınıfa yürüdükten kelli cetvelini de alıp “açın avuçları sıra dayağı” dedi. Hayatımda sıra dayağı da duymamıştım ve uygulamalı olarak gördükten, sıranın da hızla bana geldiğini anladıktan sonra ağlamaya başladım. Sınıfa yeni geldiğim için beni pas geçeceğini söyledi öğretmen. Yine de korkudan uzun süre susamadım.

Eve geldiğimde olanları anlattım, zaten sınıf değiştirme haberi annemlere de gitmişti. Ertesi sabah annem ve babam soluğu okulda aldı. Yaşıtlarımla okumam gerektiği konusunda önce öğretmenimle sonra müdürle tartışmaya giriştiler. Bunun üzerine bir teste tabi tutuldum ve üçüncü sınıftan rahatlıkla devam edebileceğime ama bizimkiler ille izin vermezse ikinci sınıfa verileceğime, zinhar eski sınıfıma geri dönmeyeceğime karar verildi. Öğretmen ‘kızınız çok zeki, bu sınıfta öğreneceği her şeyi de biliyor, boşu boşuna yıl kaybedecek ve okuldan da soğuyacak, ben onun hızında gidemem, diğerlerine haksızlık’ falan gibi süslü cümleler kuruyordu ama içten içe öncelikli emelinin beni başından atmak olduğunun ikimiz de farkındaydık.

Böylece okul hayatım boyunca çok göze batmamak, fazla başarılı olmamak, orta karar notlarla silik kalmak hayatta kalma mottom oldu. Ortaokulda mesela teşekkür alıp oturuyordum, asla takdir almak istemiyordum. Zira biraz öne çıkarsam cezalandırılacağıma çocuk aklımla karar vermiştim. Ne zaman ilk okulu düşünsem, aklıma babamın öğretmenimle kurban pazarlığı yapar gibi tokalaştığı o parçalı ışıklı görsel gelir. Şimdi birden, onca terapi ve farkındalıktan sonra az geride korkmuş gözlerle kararı bekleyen Çiçek’in karşısında tam aynı açıda ve parçalı ışıklı bir odada okul müdürüyle kızın hazırlık sınıfından başlaması pazarlığını yapıyor, savaşı kaybediyordum. Aynı sahneyi hem çocuk hem ebeveyn olarak yaşamış oldum. Hayatın sonsuz sarmalı.

Çiçek’e bunun geçici bir deneme olduğunu anlatıp yola nasıl devam edeceğimize ancak ikimizin birlikte karar vereceğini söyleyerek okuldan ayrıldım. “Mommy” kuralı bakiydi. Korktuğu zaman beni aratacak, ben de hemen gelip onu alacaktım.

O günden sonra okula bıraktığım her gün gözüm telefonda, tedirginlikle okul ofisinin numarasını görmeyi bekledim. Telefon hiç çalmadı. Ta ki bir ay kadar sonra gelen “gelip kızınızı alın” aramasına kadar. Sebebini sorduğumda sınıfta uyuyakaldığını öğrendim. Sırtımdan aşağı bir sıcaklık yayıldı; üçüncü sınıfa gittiğim gün sınıfta uyuyan çocuğu, arkasına eşek resmi yapıştırıp dalga geçtiklerini, çocuğun korkudan ve utançtan ağladığını, üstüne yenilen sıra dayağını hatırladım. Elbette konu buralara varmayacaktı, bunlar otuz sene öncesinin hayaletleriydi ama derste uyuduğu için uyandığında pekala çocuklar eğlenebilirdi. O uyanmadan yetişebilmek için dualar ederek okula giderken araba yolda kalma sinyali verdi. Kendimi bu benzincide, ilk benzin alma deneyiminde (öncekileri benim almama gerek olmamıştı) o güne kadar verdiğim tüm kararlara söverken buldum.

Marketten içeri girip benzini nasıl alacağımı sordum. ‘Pompadan dolduracaksınız’ dedi güler yüzlü Hintli abi. O kadarını akıl edebildiğimi (bu kısmı kendime sakladım) nasıl yapılacağını bilemediğimi söyledim. Benim bilmeyişim adamın epey acayibine gitti. Depoya pompayı koyup dolduracaksınız, basittir dedi. La havle vela kuvvete bir ruh haliyle arabanın yanına gidip önce depo kapağını açamadığımı fark ettim, sonra kapağı açabilmekle kalmadım, benzini de doldurdum. Kendimle bu kadar gurur duyduğum sayılı an olmuştur. Zira böyle meselelerde eblehliğim sınır tanımaz.

Kalbim güm güm atarak okula vardım ve telaşla kızın sınıfına gittim. Karşılaşacağım manzarayı (uyanmış, ürkmüş, ağlayan Çiçek) kafamda onlarca kez kurup nasıl tepki vermem gerektiğini de hazırlamıştım. Sınıfa girdiğimde ise bambaşka bir görsel beni bekliyordu. Sınıf boşaltılmış, orta yerde armut minderlerden yatak yapılmış, Çiçek üzerine yatırılarak üstü örtülmüş, sarılması için de bir oyuncak verilmişti. Baş ucunda yardımcı öğretmen oturmuş sakince kitabını okuyordu, kendinden hoşnuttu. Beni güler yüzle ve kısık sesle karşıladı. Çiçek’in dersi anlamak için çok çalıştığını, bazen yorulduğunu, bugün başının öne düştüğünü fark edince arkadaşlarının ona yatak yapılmasını önerdiğini, birlikte yatak hazırladıklarını ve zaten diğer sınıfla birleşen başka bir ders için çocukların öğretmenle birlikte sınıfı terk ettiğini söyledi. Bir kere daha (kendimi tekrar ederek) elim ayağım boşaldı. Başka her tür soruna karşı gardlı ve hazırlıklıydım, şefkate değil.

Çiçek’i kucakladım, yardımcı öğretmen eşyalarını topladı, arabaya kadar bana eşlik edeceğini söyledi. Bu sırada sınıf geri döndü. Bizim çıkmakta olduğumuzu gören öğretmenleri çocuklara dönüp sessiz olmalarını işaret etti “Çiçek arkadaşınız yorgun, onu uyandırmayalım ki dinlensin” dedi. Çocukların saygılı sessizliği arasında sınıftan çıktık. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Arabaya yürürken yardımcı öğretmen Çiçek’in kısa sürede çok yol aldığını, yakın bir arkadaşı bile olduğunu, onunla konuşamamasına rağmen çok iyi anlaştıklarını söyledi. Benim gerilimimi ve kaygımı da gördüğünü, buna gerek olmadığını ekledi. “Kızınızı düşünmeyin, o bize emanet. Çocuklar sevgi dilini bilirler, bunun için konuşmalarına gerek yoktur, siz kendi uyum sürecinize bakın lütfen” dedi.

Ertesi gün okulun bahçesinde sınıf arkadaşlarından bir güruh koşarak Çiçek’i bir çembere aldı ve kendisini daha iyi hissedip hissetmediğini sordular. O da biraz ilerlemiş İngilizcesiyle iyi olduğunu, dinlendiğini anlattı. Çocuklar çember şeklinde birbirlerine sarılıp sonra birden yakalamaca oynamaya başladılar. Çiçek kahkahalarla kaçarken bana dönüp seslendi “sen git anne, ben iyiyim.”

Geçmişin hayaletlerini kovup arabaya bindim. Radyoyu açıp var gücümle şarkı söyledim.

255 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Neden Delirdim?

Comments


Commenting has been turned off.
Yazı: Blog2_Post
bottom of page