Seansın başlamasını bekliyorum. Elden geldiğince rahat görünmek için kitabıma gömülmüşüm. Bulduğum her boş vakitte kitap okumayı ben göklere çıkarırken terapist 'her boş vakitte' vurgusunu kendinden kaçışın başka bir yöntemi olarak algılıyor. Ona göre arada bir boş kalmalı insan, gözü içeri çevirebilmeli.
Bu hafta seansa taşıdığım yeni bir şey yok. Dersine çalışmamış öğrenci gibi gerginim. Plansız hamileliğin ortasındayım, bildiğim bütün evrenin bir anda ayaklarımın altından çekilmiş olması meselesini epeyce konuştuk. Bu hafta kızın adına karar verdik, ondan bahsedebilirim ama küçücük bir konu. Seansı taşımaya yetmeyeceğine adım gibi eminim.
Adlara takılmışken, kendi adımın konuluş hikayesini hatırlıyorum; bana anlatılanı elbet. Kalabalık salonda, annem, babam, teyzemler, ablamlar, anneannem ve dedem hararetle tartışıyor. Annemin üçüncü çocuğu ve artık bu çocuğa kendi arzu ettiği ismi koyabilmek istiyor; ilk ikisinde bu şansı olamamış zira. Anneler günü doğduğu için anneanneme göre Allah tarafından gönderilmiş bir 'Armağan' olduğu imlenen büyük ablam, dönemin en yıldızı parlayan popstarı hasebiyle teyzelerim tarafından 'Yeliz' olmasında ısrar edilen ikinci ablam ve nihayet ben. Her kafadan bir ses çıkıyor, annem kendi isteğinde ısrarcı, anneannemin elbette başka fikirleri var, ablalarım bu küçük yaratığı az da olsa benimseyebilmek için katkıda bulunmak istiyor, derken tartışma çığrından çıkıyor. Her daim gürültülü, kavgası kahkahası bol bir Akdeniz ailesiyiz. Bir çocuğa isim koyma merasiminin de sükunetle geçmesi beklenemez elbet.
İşte hiç beklenmedik şey bu sırada gerçekleşiyor; dedem 'hepiniz susun' diyor. Hiç beklenmedik çünkü 1.68 boyunda ancak 55-60 kilo kadar gelen bu ufak tefek adam, her daim dominant anneannemin yanında neredeyse hiç konuşmaz. Sevgisini, heyecanını, öfkesini ya da coşkusunu sadece gözlerine bakarak anlayabilirsiniz. Ağzını açtığında da Godfather kısığı bir sesle konuştuğundan o uyarmasa da herkes susar. Sair zaman 'nasılsın dede?' sorusuna 'iyiler iyi'den başka cevabı olmayan dedem benim adım için bir anda iki paragraflık bir konuşma yapıyor. Konuşmasının sonunu ailece meşhur şu beyanatla sonlandırıyor : 'dünyanın da yüzde sekseni deniz, bu kızımın da adı Deniz olsun, denizler kadar engin olsun!'
Dedemin bu beyanatı zavallı annem için ölüm fermanı demek. Kolay değil, hemen hiçbir konuda taraf olmayan dedem ilk defa bir konuda bu kadar net bir duruş sergiliyor. Saygı gereği zaten hiçkimsenin itiraz etmesi kabil değil. Böylece Deniz oluyor adım. Ve çocuğuna isim koyma hakkı ilelebet alınmış oluyor annemin elinden, zira benden başka çocuk istemiyor. İstemediği isme itiraz edememek dışında, dönemin pek çok pratiği şekillendiriyor anneliğini de. Büyüklerin yanında çocuklarını fazlaca sevmesi ayıp sayılıyor misalen. Buna ek olarak kendi de bir batıl geliştiriyor; ne vakit birimizi fazlaca sevse, ya ateşli bir hastalık yahut mühim bir kaza geçirdiğimizi gözlemlediğinden [zihnin kurnaz ispatları] zamanla bizi ulu orta sevmeyi de bırakıyor. Artık bu kutlu şefkat seansları bizim uyku saatlerimize kalıyor.
Çocukluğumda en baskın hatırladığım anlardan biri, bu uykudan hemen önceki bekleyiş heyecanıydı. Gözlerimi kapatır, annemin gelip saçlarımı okşamasını, beni öpmesini beklerdim. Bu yüzdendir ki Swann'ların Tarafı'nı okumaya ilk başladığımda bir küçük çığlık koparmışlığım vardır. Bize hareketleriyle göstermekten imtina ettiği sevgisini çiçeklerinden hiç esirgemezdi annem. Sanıyorum açığı böylece kapatırdı. Evimizde her daim yüzden fazla saksı çiçek olur ve annem bu çiçeklerle usanmadan şefkatle konuşur, birinin yaprağı kurusa dert edinirdi. Hala da böyledir. Ve lise çağıma geldiğimde ne vakit çiçeklerle konuştuğunu duysam, hangi odada olursam olayım koşarak yanına gider, şakayla karışık azarlar ve ateşlenmeyeceğime ya da merdivenden yuvarlanmayacağıma onu temin ettikten sonra beni sevmesini sağlardım. Gülerek kıskançlığımdan dem vururdu.
Şimdi terapistin karşısında sessizce otururken zihnin beni sürüklediği yolculuğu takip ediyorum, o da sabırla bir şeyler söylememi bekliyor. Çok daha sonra, terapi seansları yazarken de kendime yüklendiğim alan hep burası olmuştur; terapisti çok konuşturdum. Lakin gerçeğini yazmak fazla içsel ve paylaşımdan uzak kalacaktı.
Hamilelik hormonlarının saçma sapan etkisinden olsa gerek, kızın adını 'Zen' koymakta ısrar etmiştim. Ahmet bu isme açıktan itiraz etmek yerine, tüm arkadaşlarımızın yanında neşeyle 'Deniz Zen istiyor, Zen koyacağız' diye bombayı ortaya atar, sonra kenara çekilir, o canım sevdiklerimin üstüme çullanmasını zevkle izlerdi. Epey bir süre alay konusu olduktan sonra Zen isminden neyse ki vazgeçtim. Sonra bir gece uyumadan hemen önce Çiçek geliverdi aklıma. Ahmet de (artık o sıralar benim iyice karanlık tarafa geçmiş zihnimin yeni bir buluşla ortaya çıkması korkusundan mı yoksa sahiden mi bilinmez) kendisinin de daha o gün Çiçek'i düşündüğünü söyledi. Böylece bu kutlu tesadüfü (artık öyle diyeceğiz mecbur) sarmalayıp Çiçek'te karar kıldık.
Seansta kıza isim bulduk diyorum, merak ve hevesle bakıyor terapistim.
'Çiçek'
'Çok güzel. Ne zaman?'
'Dün gece, uykuya dalmadan hemen önce.'
'Birlikte mi karar verdiniz?'
'Evet.'
'Bir hikayesi var mı?'
Öyle boş bulunuyorum ki, ne diyeceğimi bilemiyorum. Çünkü aslında bir hikayesi yok. Birden, bir şey söylemiş olmak için 'çiçekleri herkes sever' diyorum. Zavallıca bir argüman. Başıyla onaylayarak beni izliyor. Yüzündeki bakışı sevmedim. Bu müstehzi gülüş ve sessizlik az sonra büyük bir bomba patlatacağının habercisi. Büyük ihtimal altından hemen kalkamayacağım bir bomba. Sessizlik uzuyor. Elindeki sarı çizgili büyük not defterinden bir şeylere bakıyor. Canlı rengine rağmen benim kara kaplı amel defterim gibi bir şey o. O defteri de pek sevmiyorum, unutmamı engelliyor. Sonra o dingin ses tonuyla usuldan yumruğunu vuruyor :
'Uykuya dalmadan hemen önce deyince, geçen seneden bir seansımızı hatırladım. Annenizin çiçekleri sizden daha çok sevdiğini söylemiştiniz.'
Midemin orta yerine çöken devasa yumruk şimdi kor halinde yükselerek nefes borumdan yukarıya, genzime çıkıyor. Ruhun adeta sensör gibi, ufacık bir anıştırmayla bedeni bu kadar harekete geçirebilmesine ifrit oluyorum. Ağlamayacağım.
'Çiçek'in onu çok sevdiğinizden emin olmasını mı istediniz?'
Artık ağlıyorum. Haftaya yine elimde hiç konu yok diye geleceğim. Biliyorum.
Ben de neden sonra, iki çocuğuma da ilkokulda, birisinin hızlı kitap okumasına diğerinin keçeli kalemlerine özendiğim, ikisinin de hep çok güzel olduklarını düşündüğüm iki sınıf arkadaşımın adını verdiğimi anlamıştım. Belki gece yatmadan ya da sabah uyandığımda bu bağlantıyı kurmuştum.